Kurumsal kimlik ile ilgili pek bir müktesebatım yoktu. Vakıf işlerinde bulunmuş olmamıza rağmen, bu kavramı duyduğumu hatırlamıyorum. Son yıllarda, (bu son yılların başlangıcının ne zaman olduğunu söyleyemem) kurumsal kimlik cümlesini çok duymaya başladım. “Nedir?” diye bakınırken aslında bu kavramın genel hatlarıyla içerik olarak var olduğunu ama ifadesinin yeni olduğunu gördüm. (İfadesi burada durduğu gibi masum değil) En azından ‘kurumsal kimlik’ terkibi bizim gündemimize yeni girdi. Bir kurumu diğer kurumlardan ayıran ve insanların önüne ayırıcı vasıf olarak koyduğu bütün konular, o kurumun kimliğini oluşturuyor. Bunu organize edişi, planlaması ve insanlara ulaştırmasıyla, farklı olduğunu ortaya koyuyor.

Biz (biz kimiz?) bunu dava, ocak, teşkilat diye isimlendirirken, fark nedir diye nazar edildiğinde, farkı kendimizce ifade etmeye çalışıyorduk eskiden. “Kendimizce” kısmının bütüne ram olması kurum kimliğini ortaya çıkarıyordu. “Kendimizce” demek kimlik demek. Yani ‘o iş öyle olmaz böyle olur’ demek.

Girift kurumsal kimlik tanımlarından farklı  olarak, bizde işler bu şekilde gitmiyordu. Daha sadeydi. Çünkü işimiz gönüllülük esasına dayanıyordu ve en baskın husus fedakârlıktı. Tapu kadastro memuru gibi ast-üst ilişkisi yerine, gönül ilişkimiz vardı. Ters bir durum oldu mu hafakanlar basıyordu içimizi. Bir derdi olan varsa gönüldaşlarımızda, bu hemen duyuluyor, mesele eninde sonunda hallediliyordu. Adamının olması, şirket sahibi olmak, politik bağlantıların olması vb. özelliklere pek itibar edilmiyordu. ‘Çay yapıver ve ikram et millete’ ihtarı herkesi eşitliyordu ve bu herkes tarafından biliniyordu. Hizmet nimetti. Sohbete giderken, birisini ne yapıp edip yanı sıra getirmeyi Nuh’un gemisine adam taşımak gibi görüyorduk. Namaz vakti geldiğinde kimse dışarıda kalmıyordu. Mesela lokalde maç izlenmiyordu. Tsunami gibi, herkesi sürüklüyordu kıyam, rükû, sücud. Sevmeyen adam bile bizi tanıdığında fiyakamızı görüyordu. Sevmese bile, ‘has adam bunlar’ diyordu. Başka yol yoktu.

‘Sen benim kim olduğu mu biliyor musun?’, ‘Başkana itaat et, etmezsen yürü git’, ‘ Ben seni sonra ararım’, ‘ Eskimeyen başkan’, vb. gibi cümleler, biraz sağlam pabuç olmayanların lakırdısı olarak görülüyordu. Büyük bir birliğin parçası olma duygusu, her an içimizdeydi. Bir aile gibi, ama modern aile gibi değil, büyük bir aile gibi.

Tabi zaman ilerledikçe (Zaman nereye doğru ilerliyor?) insan değişiyor. Bu üstün duygular ve tavırlar içerisinde yol alanlar, değişimin kendilerine uygun gördüğü imkânlara ram oldular. “Hayır” diyen var mıydı? Elbette. O imkânlar, mümkün kılmayı istediğimiz hayat görüşüyle doku uyumu sağlamayınca, hayat görüşü bırakılıp imkânlar tercih edildi. Yani ruh terk edilip, beden tercih edildi. Bu tercihin icbar ettiği yerin meydana getirdiği gönül hoşnutsuzluğunu bastıracak çeşitli argümanlar inşa edildi. ‘Müslüman her şeyin en iyisine layıktır’ cümlesine hiç kimseye ihtiyatla bakmadı. Müslümandık ama en iyisi sarhoş olduk. Üzüm sarhoşluğu malumunuz kahveyle giderilir de, dünya sarhoşluğunu teneşir paklar.

“Kurumsal kimlik” tabirinin ticari bir içeriğinin de olduğu biliyoruz. Reklam ve pazarlama. Reklam ise pazarlamada ürünün satılabilmesi için, kişileri o ürüne ihtiyacı olduğuna ikna etmek için vardır. Biraz sihirbazlık. Biraz mı, yok yok tam sihirbazlık. Okus pokus. Kurumsal kimlik biraz sihirbazlık gibidir. Zira, kurumsal kimlik aidiyet oluşturmuyor, bireyi değiştirmiyor, hayat görüşü temin etmiyorsa, ona afyon sunuyor demektir. Yaka rozeti gibi, takıp çıkarılan bir kimlik…

Kurumsal kimliğin temellendirilmesi iyi yapılmadığı, sürekliliği paylaşıma açık bir şekilde temin edilmediği takdirde çok büyük bir problem olan ağır bürokrasiye sebep olabiliyor. Çünkü bünye büyüdükçe işleyiş ağırlaşır. Hele bu bünye ruhsuz veya ruhunu besleyecek kanallardan mahrum ise, işin içinden çıkılmaz hâle gelir. Bürokrasinin ne olduğuna en güzel örnek bizim tarihimizde mevcut. Hadis ile ‘güzel ordu’ diye tebşir edilen yeniçeri, bir zaman geldi ortadan kaldırılması tarihe ‘hayırlı olay’ olarak kaydedildi. Günümüzde ise, işini rica minnet hâlletmek olarak devam ediyor. Kurumsal kimlik tabirinde ki, kimlik geriye atılıp içi boşaldığında, kurum öne çıkar ve aşağıdan yukarıya minnet, yukarıdan aşağıya buyurgan bir dil hâkim olur.

Kurumsal kimlik ile alakalı daha uzun bir değerlendirme yapmak elbette mümkündür. Zihnimde dolanan bu yeni kavramı (benim için yeni) düşünürken, kış hazırlığı için soba bacasını temizlemem gerekti.  Bacanın, o kadar uzun süre odun yakmamıza rağmen az kurum bağlaması dikkatimi çekti ve artık bu yazıyı yazmam için şartların oluştuğuna karar verdim. Doğru ağaç yakarsan ve bakımını iyi yaparsan baca kurum bağlamaz.

Bu arada Kubbealtı Lügati’ni karıştırırken bakın karşıma ne çıktı.

Kurum iki nokta üst üste,

“i. (< kur-u-m) Büyüklük taslama, gururlanma, çalım: Yürü, çekemem öyle kurum (Tevfik Fikret).

dönüşlü f. (< kurum+lan-mak) Büyüklük taslamak, gururlanmak, kurum satmak.”

Hasılı kurumlu olalım derken başımıza bir işin gelmemesine dikkat etmeli.

Kurumsuz baca kış için hazır.

Kurumsuz bir hayat dileğiyle…

Behçet Ali şeker      —◄◄